İlkbaharın o tatlı yumuşaklığı, o acaip karmaşası, doğadaki o güzelim devinim ve değişimler, ağaçların çiçek açması, böcekler, kuşlar ve dünya barışı. İnsanın içini tuhaf hislerin doldurduğu, kedilerin küçük birer apaçi gibi cirit attığı...
inanın bunları yazarken ben de en az sizin benden tiksindiğiniz kadar kendimden tiksindim. Ama asla "İlkbahar lan altı üstü bir mevsim" diye geçemeyiz arkadaşlar. Çünkü ilkbahar mevsimi, kezbanın bukalemun gibi renk değiştirip kendini çok iyi gizlediği mevsimdir. İlkbaharın daha da bir coşturduğu o hayvansı güdülerle beline dolandığınız hanımkızceğizlerimizin kezban olup olmadığını anlamak, Norveçli balıkçıların ellerini düşünüp krem yapan psikopat bilimadamlarını anlamaktan çok daha zordur. Hepimiz biliyoruz ki o kremi yapanlar İsveçli bilimadamlarından başkası olamaz. ama neden? Çünkü o İsveç ile Norveç ki, 1319'da ortak paydada buluşup birleşmiş ve severek ayrılmış iki millet. Bu nedenle birbirlerini kolluyorlar ve ben bunu bir ilkbahar akşamı eurovision heyecanını duyumsarken farkettim. Gördüğünüz gibi ilkbahar gizleyici olurken biraz efor sarfettiğimizde gayet aydınlatıcı olabiliyor. Çünkü güneşin ışınları... diye başlayan makale için çok merak ediyorsan tıkla beni hiç uğraştırma. Daha fazla kendimden tiksinmeye hiç niyetim yok.
İlkbaharın ne denli riskli bir mevsim olduğuna nice kanıtlar sunulabilir. O nedenle ilkbaharda çok daha dikkatli olmalı ve kararlarımızı verirken sadece pipimizle düşünmemeliyiz.
İlkbaharda kezbanhanımkızceğizliğinin bütün argümanları ile adeta avını bekleyen sinsi bir aslana bürünen kezbana, biz ki nice kurbanlar vermiş bir güruhuz.
Bir ilkbahar gününün icetea ve peynirli poğaça almaya giderken biraz ince giyinebilme lüksünden başka bir özelliği olmayan sıradan bir sabahında poğaça aldığım börekçinin hemen çaprazındaki gazete bayisinden aldığım bilinçli kezban'ın akıl hocası olan varlık dergisinin yeni sayısına göz atarken diğer yandan da sevdiceğin evde olmamasının getirdiği o her şeyden güzel özgürlük duygusuyla urban5 olsun, alternatip olsun, 80630 olsun; profili online tutabilmenin mutluluğuyla kavruluyordum. Pm kutucuğunun bana göz kırptığını okuduğum yürek dağlayan bir kısa öykü nedeniyle biraz geç farketmiş olsam da bu sürenin zaten yerinde bir bekletme süresi kadar olması nedeniyle açtım, baktım ve cevap verdim. Lan dünyada neler oluyor acaba diye tam gazeteye uzanıp içindeki bilim teknik tadındaki eki ileri tarihte altlık yapmak üzere kenara koyarken cevap ışık hızıyla geldi. Bu böyle bir süre devam ettiği süreçte adresimi ve telefon numaramı verdim. Yine bu süreçte her erkeğin elektro ile en az 3 şarkı çalabilmesinin ev ortamında yer yer bir önsevişme olması nedeniyle, işlevselliği tartışılmaz olan "days before you came", "commercial for levi" ve "coma as you are" parçaları üzerine bir miktar yoğunlaştım, sms atmayı sevmediğimden bir müddet telefonla konuşarak ferahlamaya aç sevdicek bünyesini gönül havuzuma daldırıp çıkarttıktan sonra "akşam ne bok yiyeceğim lan ben" diyerek emili keki yapmak için gereken malzemeleri almak üzere evin dibindeki migrosa gidip hayattan bir beklentisi olmayan kasiyer hanımkızceyizlerimizden birisini gülüşümle ve hafif flirtümle "eki eki" seviyelerine çıkmasını sağlayacak kadar mutlu edip eve doğru yöneldim.
Bu sırada gelen mesajın içeriğinden hiçbir haberim yoktu, adresimi vermekte bir sakınca görmediğim hanımkızımızın daha mesajlaştığımız ilk gün çıkıp gelmek isteyebileceğini sezememiş olmak sanıyorum bir eksiklik olmasa gerek.
İşte o mesajı görünce farkettim ki o an, o dakika sistemin biz erkekleri cezalandırmakta kullandığı o gaddar, o zalim tokatıyla, Kezban'ın ta kendisiyle karşı karşıyaydım. Ve malesef ki o 2 saat sonra burada olacaktı. Üstelik ben de onu almak için, alışveriş merkezine gidecek ve onu kendi ellerimle alıp buraya getirecektim.
Malesef öyle de oldu.
Geldiğinde her zamanki sıcakkanlılığımdan birazcık bile eksiltmemiş ama içten içe soru işaretleri tarafından işgal edilmiş bir modda merhabalaşma faslını tamamlayıp markete girdik. Ne içmek istediğini sorduğumda aldığım "şeftali suyu" yanıtı kafamda çalan gongların ritmini değiştirdi ve o ritmin beni bu kabustan uyandırması için dua ederek alışveriş faslını tamamlayıp, cinstaşını görmekten keyif aldığını sezdiğim kasiyer kezbanın dalgalı bakışları altında marketten ayrılıp eve yöneldik.
Evde, bir süre oğlum Sünger ile zaman geçiren kezbanımız bu tavırlarıyla benden ilk ve son artı puanını alarak, "en azından kedi seviyordu" cümlesi ile asla yatışmayan içsesimi bir an paralize etti. Aslında bu gayet sıradan bir şey biliyorum ama işte ne yaparsınız, bana tutunacak bir dal oldu bu düşünce. Saatin 12'ye yaklaştığını görerek, şeftali suyu içip kedi seven bu hanımkızceğizin benim evime neden geldiğini merak etmeye başladım ve boş beleş konuşmızın seyrine anlam kazandırmak için "hadi kalk dışarı çıkalım" dedim ve aldığım onaylama ile taksi çağırıp hızlıca dışarı çıktık ve bir mekana gittik. Neyse ki vokta kararımı destekledi ve ben bara yönelip o zamanlar sık gittiğim bu mekanda ev sahibi olmanın avantajı ile bardaki arkadaşıma votkanın duble olmasını söyledim. Saat 1:30 gibi eğlence parkına dönüşen kezbanı alıp bardan çıkarak tekrar "gündüz aç zaten kelek çıktı" bakışımla taksiciye durumu izah etmeye çalıştım. Taksici de "öğrencisiniz gençler gündüz açayım" diyerek ancak bir cinstaştan beklenebilecek dayanışmayı gösterdi ve eve ulaştık.
Kapıda anahtarları çıkartırken başlayan kıvılcımlanmayı, bir kısım rahatsız psikopat abdurrahman ruhlu komşuların daha da tepkisini çekme korkusuyla hızla içeriye ve hemen odaya taşıdım.
O uyuduktan sonra bir müddet süngerle ilgilenip dizi izleyip yatağın benim tarafında birkaç saat uyudum. Uyandığımda gördüğüm smsin, acilen odamdaki kezbandan kurtulmam gerektiğini gayet açık ve net bir dille ifade etmesi üzerine hanımkızceğizimizi dürtükleyip uyandırdım ve işittiğim "aşkım" kelimesini takip eden öpüşüyle kendimden ayrı, ondan ayrı tiksinti içerisinde insaniyet namına kahvaltı isteyip istemediğini sorup o çok sevdiği şeftali suyu eşliğinde kahvaltısını daha tamamlamasını bekleyip sonra da son arzusunu gerçekleştirip göndermek için bahane mekanizmamı çalıştırmaya başladım ancak "aşkım" kelimesini zırt pırt kullanmakta bir sakınca görmeyen ve ilkbaharın o tatlı yumuşaklığını yansıttığı gülüşüyle yüzüme möl möl bakan kezbanhanımkızceğizimiz bu gece de bende kalmak istediğini belirterek, karşı karşıya olduğum tehlikenin gerçek boyutlarını yüzüme bir tokat gibi çarptı.
Bu çocuklar gibi şen kezbanhanımkızceğizimizi evden kovmak yerine ikna etmek için kurduğum cümlelere "lütfen" ekleyerek, haftaya tekrar görüşeceğimizi, onu sevdiğimi filan söyleyip sonuca ulaştım ve "aşkım" cümlesini kullanarak evimden ayrılmasını sağladım.
Sonra ne mi oldu?
Bir süre sms, emesen, pm tacizi
Hakkımda yazılmış birkaç çirkin yazı
Önüne gelene değiştirerek anlatılmış bir "şerefsiz puspuçucuuuğ TPM" dedikodusu
ve benzeri birkaç asalak ekşından sonra nihayet sonsuza dek kesilmiş iletişim.
İlkbahar sakıncalıdır, çok çok sakıncalıdır.
ve her kışın ardından doğaya çiçek, böcek ve devinim dolu bir mevsim, ilkbahar gelirken; benim için kezban mevsimi geliyor.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment