Monday, August 31, 2009

Kezban mevsimi geliyor

İlkbaharın o tatlı yumuşaklığı, o acaip karmaşası, doğadaki o güzelim devinim ve değişimler, ağaçların çiçek açması, böcekler, kuşlar ve dünya barışı. İnsanın içini tuhaf hislerin doldurduğu, kedilerin küçük birer apaçi gibi cirit attığı...
inanın bunları yazarken ben de en az sizin benden tiksindiğiniz kadar kendimden tiksindim. Ama asla "İlkbahar lan altı üstü bir mevsim" diye geçemeyiz arkadaşlar. Çünkü ilkbahar mevsimi, kezbanın bukalemun gibi renk değiştirip kendini çok iyi gizlediği mevsimdir. İlkbaharın daha da bir coşturduğu o hayvansı güdülerle beline dolandığınız hanımkızceğizlerimizin kezban olup olmadığını anlamak, Norveçli balıkçıların ellerini düşünüp krem yapan psikopat bilimadamlarını anlamaktan çok daha zordur. Hepimiz biliyoruz ki o kremi yapanlar İsveçli bilimadamlarından başkası olamaz. ama neden? Çünkü o İsveç ile Norveç ki, 1319'da ortak paydada buluşup birleşmiş ve severek ayrılmış iki millet. Bu nedenle birbirlerini kolluyorlar ve ben bunu bir ilkbahar akşamı eurovision heyecanını duyumsarken farkettim. Gördüğünüz gibi ilkbahar gizleyici olurken biraz efor sarfettiğimizde gayet aydınlatıcı olabiliyor. Çünkü güneşin ışınları... diye başlayan makale için çok merak ediyorsan tıkla beni hiç uğraştırma. Daha fazla kendimden tiksinmeye hiç niyetim yok.

İlkbaharın ne denli riskli bir mevsim olduğuna nice kanıtlar sunulabilir. O nedenle ilkbaharda çok daha dikkatli olmalı ve kararlarımızı verirken sadece pipimizle düşünmemeliyiz.
İlkbaharda kezbanhanımkızceğizliğinin bütün argümanları ile adeta avını bekleyen sinsi bir aslana bürünen kezbana, biz ki nice kurbanlar vermiş bir güruhuz.

Bir ilkbahar gününün icetea ve peynirli poğaça almaya giderken biraz ince giyinebilme lüksünden başka bir özelliği olmayan sıradan bir sabahında poğaça aldığım börekçinin hemen çaprazındaki gazete bayisinden aldığım bilinçli kezban'ın akıl hocası olan varlık dergisinin yeni sayısına göz atarken diğer yandan da sevdiceğin evde olmamasının getirdiği o her şeyden güzel özgürlük duygusuyla urban5 olsun, alternatip olsun, 80630 olsun; profili online tutabilmenin mutluluğuyla kavruluyordum. Pm kutucuğunun bana göz kırptığını okuduğum yürek dağlayan bir kısa öykü nedeniyle biraz geç farketmiş olsam da bu sürenin zaten yerinde bir bekletme süresi kadar olması nedeniyle açtım, baktım ve cevap verdim. Lan dünyada neler oluyor acaba diye tam gazeteye uzanıp içindeki bilim teknik tadındaki eki ileri tarihte altlık yapmak üzere kenara koyarken cevap ışık hızıyla geldi. Bu böyle bir süre devam ettiği süreçte adresimi ve telefon numaramı verdim. Yine bu süreçte her erkeğin elektro ile en az 3 şarkı çalabilmesinin ev ortamında yer yer bir önsevişme olması nedeniyle, işlevselliği tartışılmaz olan "days before you came", "commercial for levi" ve "coma as you are" parçaları üzerine bir miktar yoğunlaştım, sms atmayı sevmediğimden bir müddet telefonla konuşarak ferahlamaya aç sevdicek bünyesini gönül havuzuma daldırıp çıkarttıktan sonra "akşam ne bok yiyeceğim lan ben" diyerek emili keki yapmak için gereken malzemeleri almak üzere evin dibindeki migrosa gidip hayattan bir beklentisi olmayan kasiyer hanımkızceyizlerimizden birisini gülüşümle ve hafif flirtümle "eki eki" seviyelerine çıkmasını sağlayacak kadar mutlu edip eve doğru yöneldim.
Bu sırada gelen mesajın içeriğinden hiçbir haberim yoktu, adresimi vermekte bir sakınca görmediğim hanımkızımızın daha mesajlaştığımız ilk gün çıkıp gelmek isteyebileceğini sezememiş olmak sanıyorum bir eksiklik olmasa gerek.
İşte o mesajı görünce farkettim ki o an, o dakika sistemin biz erkekleri cezalandırmakta kullandığı o gaddar, o zalim tokatıyla, Kezban'ın ta kendisiyle karşı karşıyaydım. Ve malesef ki o 2 saat sonra burada olacaktı. Üstelik ben de onu almak için, alışveriş merkezine gidecek ve onu kendi ellerimle alıp buraya getirecektim.
Malesef öyle de oldu.
Geldiğinde her zamanki sıcakkanlılığımdan birazcık bile eksiltmemiş ama içten içe soru işaretleri tarafından işgal edilmiş bir modda merhabalaşma faslını tamamlayıp markete girdik. Ne içmek istediğini sorduğumda aldığım "şeftali suyu" yanıtı kafamda çalan gongların ritmini değiştirdi ve o ritmin beni bu kabustan uyandırması için dua ederek alışveriş faslını tamamlayıp, cinstaşını görmekten keyif aldığını sezdiğim kasiyer kezbanın dalgalı bakışları altında marketten ayrılıp eve yöneldik.
Evde, bir süre oğlum Sünger ile zaman geçiren kezbanımız bu tavırlarıyla benden ilk ve son artı puanını alarak, "en azından kedi seviyordu" cümlesi ile asla yatışmayan içsesimi bir an paralize etti. Aslında bu gayet sıradan bir şey biliyorum ama işte ne yaparsınız, bana tutunacak bir dal oldu bu düşünce. Saatin 12'ye yaklaştığını görerek, şeftali suyu içip kedi seven bu hanımkızceğizin benim evime neden geldiğini merak etmeye başladım ve boş beleş konuşmızın seyrine anlam kazandırmak için "hadi kalk dışarı çıkalım" dedim ve aldığım onaylama ile taksi çağırıp hızlıca dışarı çıktık ve bir mekana gittik. Neyse ki vokta kararımı destekledi ve ben bara yönelip o zamanlar sık gittiğim bu mekanda ev sahibi olmanın avantajı ile bardaki arkadaşıma votkanın duble olmasını söyledim. Saat 1:30 gibi eğlence parkına dönüşen kezbanı alıp bardan çıkarak tekrar "gündüz aç zaten kelek çıktı" bakışımla taksiciye durumu izah etmeye çalıştım. Taksici de "öğrencisiniz gençler gündüz açayım" diyerek ancak bir cinstaştan beklenebilecek dayanışmayı gösterdi ve eve ulaştık.
Kapıda anahtarları çıkartırken başlayan kıvılcımlanmayı, bir kısım rahatsız psikopat abdurrahman ruhlu komşuların daha da tepkisini çekme korkusuyla hızla içeriye ve hemen odaya taşıdım.
O uyuduktan sonra bir müddet süngerle ilgilenip dizi izleyip yatağın benim tarafında birkaç saat uyudum. Uyandığımda gördüğüm smsin, acilen odamdaki kezbandan kurtulmam gerektiğini gayet açık ve net bir dille ifade etmesi üzerine hanımkızceğizimizi dürtükleyip uyandırdım ve işittiğim "aşkım" kelimesini takip eden öpüşüyle kendimden ayrı, ondan ayrı tiksinti içerisinde insaniyet namına kahvaltı isteyip istemediğini sorup o çok sevdiği şeftali suyu eşliğinde kahvaltısını daha tamamlamasını bekleyip sonra da son arzusunu gerçekleştirip göndermek için bahane mekanizmamı çalıştırmaya başladım ancak "aşkım" kelimesini zırt pırt kullanmakta bir sakınca görmeyen ve ilkbaharın o tatlı yumuşaklığını yansıttığı gülüşüyle yüzüme möl möl bakan kezbanhanımkızceğizimiz bu gece de bende kalmak istediğini belirterek, karşı karşıya olduğum tehlikenin gerçek boyutlarını yüzüme bir tokat gibi çarptı.
Bu çocuklar gibi şen kezbanhanımkızceğizimizi evden kovmak yerine ikna etmek için kurduğum cümlelere "lütfen" ekleyerek, haftaya tekrar görüşeceğimizi, onu sevdiğimi filan söyleyip sonuca ulaştım ve "aşkım" cümlesini kullanarak evimden ayrılmasını sağladım.
Sonra ne mi oldu?
Bir süre sms, emesen, pm tacizi
Hakkımda yazılmış birkaç çirkin yazı
Önüne gelene değiştirerek anlatılmış bir "şerefsiz puspuçucuuuğ TPM" dedikodusu
ve benzeri birkaç asalak ekşından sonra nihayet sonsuza dek kesilmiş iletişim.

İlkbahar sakıncalıdır, çok çok sakıncalıdır.
ve her kışın ardından doğaya çiçek, böcek ve devinim dolu bir mevsim, ilkbahar gelirken; benim için kezban mevsimi geliyor.

Saturday, August 29, 2009

8:15 vapurunda, O'nu gördüm karşımda...

ama bilmiyordum O'nun bir kezban olduğunu...
Adı Cansu'ydu, orta halli bir güzeldi ama yonca evcimik'ten daha güzeldi. Arkada bu şarkı çalıyordu, dizlerimi titretmemişti, aslında bir hareket bile olmamıştı. Hareketlenme, sadece Esra'nın getirdiği dergilere bakarken oluyordu. Esra da gösterse bile elletmiyordu. Hep bir buruk heyecan, hep bir bekleyiş, ve köpük balonları ile dolu fantezi dünyamın asi, viyk viyk sesli narin çiçeğiydi Cansu. O Esra gibi değildi..

Aslında arkada şarkı filan çalmıyordu, Fen Bilgisi dersiydi, Hülya hoca bir şeyler anlatıyordu. Ben ise tüm konsantrasyonumla Cansu'yu inceliyordum. Saçları, ağzı, burnu, kepçe denemeyecek ama normal de denemeyecek kulakları, bir acaip dişleri ve küçük ama idare eder memeleri vardı. Duvar kenarında, en ön sıranın bir arkasında oturuyordu, kankisi Buse'nin yanına oturduğu zamanları daha çok seviyordum ben. Bana yaklaşıyordu, arkalara doğru, arkalara... daha da arkalara...

Henüz 14 yaşının tüm apaçiliğiyle ona bakıyor, öküz-tren ilişkimizin gelecekte doğuracağı "ay yapma hayvan"ı ben oluyordum. Amacım hiçkimseyi ısırmak değildi, hayvan olabilirdim ama kudurmamıştım. Sonunda hali hazırda göt kadar olan aklını çelmeyi başarmıştım. Mutluydum, bir kezbanla mutlu olabilecek her 14 yaşındaki erkek kadar. O zamanlar aşk filan vardı, sabahlara kadar pompa, bardan hatun kaldırma, dam üstünde saksağan gel bize bazı bazı yoktu belki ama asalak asalak smsleşme vardı. Pazar günleri haftanın ilk banyo günüydü mesela, sonra da olacak o kadar çıkar, doom oynamayı bırakır onu izledikten sonra uyurduk. Sanki bilmiyormuşçasına mesaj atardık birbirimize, "ne yapıyorsun?" diye. Oysa bilirdim banyodan çıkıp kabaran saçlarıyla "olacak o kadar" izlediğini... ta ki annesi "hadi yat kızım" diyene kadar. Sonra uyuyacağı müjdesini verirdi, mutlu olurduk böyle asalak asalak. İyiydik.

Böyle bir kaç ay gitti bu olay, tenefüslerde yanyana oturuyor mal mal konuşuyorduk, bazen sadece o konuşuyor, viyk viyk sesiyle bana bir şeyler anlatıyordu. Evet, çok romantikti ve karizma unsuruydu sınıfın en arka sırasında böylesine cilveleşmek. Saçıyla oynarken "ay yapma hayvan" bile demişti bana. Öptürmüyordu, hamile kalacaktı sanki. Birgün böyle salak salak yine yanyana oturduğumuz bir gün elimi boynuna attım ve hafifçe sevdim o güzelim boynunu. Sevdim diye ayrıldık. Oysa öpmemiştim bile. öpsem neler olurdu kim bilir.. Bugün bile kestiremiyorum.

Tam 6,5-7 yıl sonra tekrar diyalog yakaladık Cansu'yla. Yılda birkaç kere görürdüm bazen ama evrildiğini, bu derece evrildiğini hiçbir zaman gözlemlememiştim. Bir şekilde diyalog kurmuştuk yeniden. Cansu eski Cansu değil, yani güzelleşmemişti pek ama sanki Paris görmüş gibiydi, cıvıl cıvıldı, eğlenceliydi. "Lan" dedim, "yarım kalan şeyler vardı, acaba tamamlayabilir miyiz?". "Tamamlayabilir miyiz Cansu?" dercesine baktım gözlerine. "Gel pisi pisi gel pisi pisi" diye diye içimden. Hem ona bakan tüm öküzlerden ayrı bir yerde olmalıydım ben, o bağa virmemişti, hatta öptürmemişti, hatta elletmemişti, boynunu bile. Öyleydim de.

Tek istediğim hakkım olanı almaktı. birkaç kez kaykay sonra "hadi baybay". Hatta yüzüne baka baka dalga bile geçmeyecektim. Hakkım olanı alıp gidecektim.
Ucundan azıcık bunun için vermiştik biz. "Ucundan azıcık verdim diye üzülme, büyüyünce neler neler götüreceksin" demişti kuzenim.

İşte o mukaddes günlerden birisi daha gelmişti, Cansu'dan alacağım vardı, Cansu'yu götürecektim. Öğle tenefüsünde gittiğimiz kır pidecisine değil, veya ne bok yemeye olduğunu bugün bile çözemediğim nedenlerle gittiğimiz okulun spor salonuna değil, direk ailemizin güzide bir yatırımı olan bekar evimize götürecektim. Götürdüm de, götürdüm de ne oldu? Cansu, aynı Cansu'ydu.

"Hehe, lan ne adamım, yine yaşadım ahaha şimdi ben sana sormaz mıyım salak karı" derken... derken...

"Beyaz don travması" nedir bilir misiniz siz? ikilemlerin en acıklısını yaşatır insana. "Ulan bu ne, babaanne donu lan bu, ıyk" dedikten sonra yaşanan o acı dilemma "acaba yapsam mı, yapmasam mı? yoksa başkasına mı paslasam?". ve o an yapılan analiz "ulan yapmasan gay der, yapsan kafa s..ker viyk viyk viyk" Ama herkes bilir ki yapmak zorundasınızdır, çünkü adama "gay" derler. Çünkü bu memleketin "dünyanın en gözel garısı" olduğuna inandırılmış kezbanları alışmamıştır reddedilmeye pek, çünkü o "dünyanın en gözel garısı"dır ve onu reddetmek için geçerli tek sebep "gay" olmakdır. Hiçbir zaman anlatamazsınız bir Kezbanhanımkızceğiz'e, sırf sana benziyor diye, merhaba dediğinizi veya sırf dalga geçmek, eğlenmek için. Çünkü Kezban'ın dünyaya gelişiyle başlayan bir acaip bilinç devrimi vardır kendi çapında, default olarak gelen bir asalaklık da denilebilir buna. Verse bile mundar olan bir canlıdan başka bir şey olmadığını, skordan bile sayılmadığını ona anlatmak, balkanlardan gelen soğuk hava dalgası için balkanları düşman bellemiş bir çocuğa meteorolojiyi anlatmaktan daha zordur. Zor ne kelime, imkansızdır.

Üzgünüm arkadaşlar...
Yaptım, pişmanım.
Yaptığımı gidip "ahaha kanka valla şöyle süperdi böyle güzeldi" diye anlattım, pişmanım. işin aslı öyle değildi ama nasıl anlatabilirdim başka. "lan ne çıktı bilin bakalım" diye sorup hafif eğlenceli bir tavırla gizlenemezdi ya Cansu'nun en asilinden bir Kezban olduğu.
Belki de sadece benim, ve beni tek anlayan çamaşır makinesinin bildiği, sizin ise bilmediğiniz bir şey vardı, Cansu buram buram anadolu kokan bir Kezban'dı. Kezbanhanımkızceğiz'di. Hiç dokunulmamalı, müdahale edilmeden uzaya fırlatılmalıydı...

Sorsan kendini ne sanıyor kim bilir?
Belki şimdi kendine çeki düzen vermiştir, Paris'i görmüş bile olabilir.
Ama Kezban Kezban'dır.
Kezban, her yerdedir. Kezban Paris'tedir.

Fransa fırtınası Paris'in gözbebeği Kezbanspor SK

Önce Torino'lu Şaban, sonra Paris'li Kezban. Beyin göçüne dur diyemedik... diyemedik arkadaşlar. Çünkü hepimiz biliyorduk ki, göç eden beyin değildi, insan değildi, o bir Kezban'dı.

Burada, Kezbanhanımkızceğizimizin dramına, mutluluğuna, gözyaşına ortak olurken kah gülüp kah ağlayacaksınız. Meme göreceğinizi vaadetmiyorum canlarım, burada meme yok, burada hayvanlı porno yok, burada... burada.... burada yurdumun bir gerçeği, buram buram memleket kokan Kezban var. Fransa fırtınası, Paris'in gözbebeği biricik Kezban.

Bizim hanımkızceğizimiz, Kezbanımız...
Kezbanhanımkızceğizimiz.

Burada, Funky Lab'ımızda Kezban'ımızı masaya yatıracağız. Masaya yatıracağız derken, tamamen iyi manada.